Çalıştığımız illerle çocukların okula devamlılığına destek için yürüttüğümüz mentorluk faaliyetlerine, Adana saha ekibimizden Meyrem’in aktarımlarıyla mercek tutuyoruz.
Çocuklarla çalışmak, işimin en sevdiğim tarafı ve bana her seferinde yeni şeyler öğretiyor. Onlarla çalışırken yorgunluk nedir bilmiyorum. Çocuklara mentorluk yapmak da benim için heyecanlı bir fikir, yepyeni bir alandı. Bu yeni görevimde, ihtiyaç sahibi ailelerin çocuklarının okula devam edebilmelerine ve kendilerini keşfedip ifade etmelerine destek olmak üzere düzenlediğimiz etkinliklerde görev alacaktım.
Peki, mentorluk ne demekti ve nasıl yapılırdı? İlk duyduğumda aklımdan becerip beceremeyeceğime dair bir yığın endişe geçerken ufaktan da yakınıyordum: “Telaffuzu da amma zormuş!” Bir mentorun görevi; bilgi, uzmanlık ve deneyimin paylaşılması yoluyla, ‘çırağının’ kişisel ve mesleki gelişimini teşvik etmek olarak tanımlanıyor. Fakat bu öyle bir ilişkilenme ki, sadece tek taraflı işlemiyor; mentor ve menti –yani bu uzmanlıktan faydalanan– derin bir etkileşim içinde birbirine rehberlik ediyor. Göreve başladığımda bu etkileşimin beni nasıl da zenginleştireceğini henüz bilmiyordum.
Şubat ayına yılın en şansız ayı derler; kim demiş? Adana’nın güneşi gibi sıcak ve aydınlık bir aydır benim için… Başlamamış olsam asla nasıl olacağını bilemeyeceğim mentorluk görevi bana böyle bir ayda teklif edildi. Görev bir aylık olarak tanımlanmıştı. Böyle kısıtlı bir sürede çocuklara ne verebilirsin ki dediklerinde, ben kaç denizyıldızını sahilden alıp denize atacağımızı yani aslında kaç çocuğun yüreğine dokunacağımızı düşündüm. Farklı yaşlarda, farklı dil, şive ve ağıza sahip, boncuk boncuk gözleri olan bir sınıf çocuk gözümün önüne geldi. Özel eğitime ihtiyaç duyan, öğrenme güçlüğü bulunan, bilişsel gelişimi farklı olan tazecik zihinler, birleştirilmiş sınıflarda bir aradalar…
Özel çocuklara mentorluk yapabilmek için bazı özelliklerinizi geliştirmeniz gerekir. Örneğin bu iş için şahin gibi gözleriniz olmalı ve o şahin gözleriniz her çocuğu her daim görebilmelidir. Gönlünüzde her çocuğun özel gelişimine uygun çalışma yürütmek yatar, fakat her bir çocuk dağıtılan bütün kağıtların kendisinin olmasını ister, kimse kendi kağıdından memnun değildir… Biri, diğerlerinden üst sınıftadır ama sayıları, harfleri bilmiyordur ve anlatsanız da ısrarla çözemeyeceği çalışmayla uğraşmayı; bir ağabey, bir abla olarak daha çok bilmenin gururunu yaşamak ister… İşte o çocuğu kazanmak için yaratıcı olmanız gerekir. Aslında bütün çocukları kazanmak, kendi sınırlarınızı aşmanızı, her gün kendinizi yenilemenizi gerektirir. Üstelik başınızda bir de ertesi günün hazırlığını yaparken bilgisayarınızın önüne oturup çalışmanızı engelleyen kediniz varsa işiniz kolay değildir... Her gün yeni planlar, araştırmalar yaparsınız, sınıfın yüksek enerjisini koruyacak bir çalışma havuzu oluşturursunuz ve her duruma uygun A, B ve hatta C planlarınız cepte olmasına dikkat edersiniz. Çünkü bazen çok beğenileceğini düşündüğünüz çalışmanın tıkandığı yerde hızla B planını devreye sokmanız gerekir. Nitekim bugün ne olacak, ne yapacağız diye sizi bekleyen, size sorularla bakan gözlerin saniyelerce kırpılmadan size kilitlendiği olur.
Ben o çocuklar ile gönül bağı kurdum. Değerli olduklarını hissettim ve hissettirdim, istedikleri zaman başarabileceklerine inandım ve inandırdım. Denemeden vazgeçmemeleri gerektiğini öğrenmelerinin parçası oldum. Sanıyorum bu, en büyük başarımız oldu.
Onlar oyun oynayalım diyorlardı ama farkında değillerdi; o oyunlarla öğreniyorlardı. Boyama çalışması yaparken öyle hissetmeseler de bir yandan çarpım tablosunu kapıyorlardı. Resim tamamlama etkinliğinde farkında olmadan harfler ve sayılarla haşır neşir oluyorlardı. Eşleştirme oyununu oynarken arkadaşları sayesinde Türkçeyi söküyorlardı. Grup çalışması yaptığımızda kusursuz bir iş birliği yürütmeyi deneyimliyorlardı. Hep birlikte sayıları saydığımızda bilmeyenlerin de öğrendiğinin, sesini hiç çıkarmayanların sesini duymamıza vesile olduklarının farkında değillerdi. Dersin masa, sandalye, sınıf, kâğıt, kalem, defterden ibaret olmadığını yaşayarak öğrendik. Yaşın, cinsiyetin, dilin, ne önemi var ki? Bir çocuğun dilinden konuştuğumuz zaman o çocuğun yapamayacağı, başaramayacağı şey yokmuş; yaşayarak gördük.
Ben mentor olmayı çok sevdim. Ne zaman sevdim biliyor musunuz? Mentorluk yaptığım çocuk, onu erken almak için gelen ebeveynine “ben gitmeyeceğim” dediğinde; en çekingen çocuğun gözleri benimkilerle buluşup da parladığında; en sessiz çocuk, sözel etkinliklere şevkle katılmaya başladığında; okula gelmeyen pek çok çocuk giderek daha fazla gelmeye başladığında; dersin sonunda çocuklar daha fazla kalmamız için ısrar ettiklerinde ve çevrimiçi toplantılarda okula gitmekten korkan çocuklar “ben okula gidersem, sen benim öğretmenim olur musun?” diye sorduklarında… Yani çalışırken nasıl geçtiğini anlamadığım bütün zamanlarda, mentor olmayı çok sevdim. Ben onlara “bahar çiçeklerim” dedim hep (“Hanimiş benim bahar çiçeklerim, papatyam, gülüm, karanfilim, kır çiçeğim… Ben bunları saydıkça bir güzel çiçeğe dönüşüyordu hepsi!) çünkü bahar çiçekleri kadar güzel ve rengarenklerdi…
Okul bahçesine girdiğimizde selamlayan minik eller eşliğinde bir dünya gülüşün bizi karşıladığını görmek değiştirdi beni. Mentorun ne olduğunu yeni yeni öğreniyorum; çocuklar sayesinde öğrenen ve onlar sayesinde başka çocuklara yol açan, yol bulan demekmiş. Birbirimizin mentoru olmuşuz meğer. Anlayacağınız ben de bir ‘menti’yim ve işte bu yazıyı da mentorlerim yani çocuklar sayesinde yazdım.
Meyrem BAHAP
Adana Hayata Destek Noktası / Mentor
Editör: Çiğdem Güner
Kurumsal İletişim Uzmanı
Yazıyı okuduğunuz ve buraya kadar geldiğiniz için teşekkürler. Şimdi hazır buradayken hayata destek olabilirsiniz.