ANGELINA JOLIE*
Amerika’da ırkçılığın yakıcı adaletsizliği ve ayrımcılığı gözler önüne çıkmışken bütün dünyada yükselen ve milyonları haklarından, özgürlüklerinden ve fiziksel güvenliklerinden mahrum bırakan zulüm ve baskıları da ele almalıyız.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yayınladığı dünyada yerinden edilmiş insanların durumuyla ilgili en son yıllık raporda iç açıcı olmayan bilgiler var. Yaklaşık 80 milyon kişi (eldeki verilere göre bu konuda kayıtlar tutulmaya başladığından beri ulaşılan en yüksek rakam) aşırı zulüm ve şiddet olayları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kaldı ve mülteci, sığınmacı veya kendi ülkeleri içinde yerinden edilmiş insanlar olarak yaşıyor. İlk defa zorunlu olarak yerinden edilme dünya nüfusunun yüzde birinden fazlasını, yani her 97 kişiden 1’ini etkiliyor.
Bu insanlar, okullara ve iş yerlerine yapılan saldırılardan, toplu cinsel şiddetten, kuşatma altına alınan ve açlığa mahkum edilen şehirlerden, terör gruplarının cani baskılarından ve din, toplumsal cinsiyet veya cinsellikleri nedeniyle onlarca yıldır süren kurumsal zulümden kaçıyorlar.
Şaşırtıcı olan zorla yerinden edilen insanların sadece sayısı değil. Geniş kitleler, daha çok yerde ve hatırlanan geçmişte görüldüğünden daha büyük bir hızla evlerini terk etmek zorunda kalıyor. 2010’dan bu yana bütün dünyada yerinden edilen insan sayısı neredeyse 2 katına çıkmış durumda. Sahra altı Afrika’daysa mültecilerin sayısı aynı dönemde 3 katına çıktı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) ülke içinde yerinden edilmiş insanları desteklemek için çalıştığı ülkelerin sayısı 2005’te 15’ken bugün 33. Üstelik bunlar, COVID-19’un yarattığı ekonomik yıkım milyonlar için beslenme yetersizliği, açlık ve daha büyük güvensizlik tehdidi oluşturmadan önceki bilgilerimiz.
Ben bu değişime kendi gözlerimle şahit oldum. 2000 yılından başlayarak BMMYK ile ilk 10 yılımda çoğunlukla Kamboçya, Bosna ve Sierra Leone gibi ülkelerden gelen mültecilerin evlerine dönmelerine destek olmak için çalıştım. Mayın temizliği, evlerin yeniden inşası, yolların açılması ve pazarların yeniden kurulması gibi işler yaptık. Uluslararası kurumlar (ne kadar mükemmellikten uzak olsalar da) belli bir ölçüde adalet ve hesap verebilirlik sağladılar.
1990’ların ortalarından 2010’a kadar dünya çapında yerinden edilmiş insanların sayısı istikrarını korumuştu çünkü yeni yerinden edilmeler yaşansa da pek çok mülteci bir aşamada barış anlaşmalarıyla ülkelerine geri gönderilmiş veya ev sahibi ülkelerde kalıcı yuvalar kurmuş ya da yeni ülkelerde yerleşmişlerdi.
Ancak son 10 yılda mültecilere sunulan kısıtlı adalet ve çözümler, yok olmaya yüz tutuyor. Çatışmaların başlamasından bu yana geçen 10 yılda Suriyeli mültecileri yaklaşık bir düzine defa ziyaret ettim. Tanıştığımda çocuk olan mülteciler, şimdi kendi çocuklarıyla ve hâlâ aynı güvensiz çadır kentlerde, azalan yardımlarla ve kendi ülkelerine güvenle geri dönebilmeleri için adil, eşitlikçi bir siyasi çözüm ihtimali olmaksızın yaşıyor.
Bu durumun pek çok farklı etmeni var. Geçtiğimiz 10 yıl, zorlukları, öfkeyi ve memnuniyetsizliği artıran bir küresel ekonomik daralmayla başladı. Dünyada bir sürü ülke ve topluluk, aralarında yaşamaya başlayan mültecilere büyük cömertlik gösterdi. Yine de mülteci doktor, hemşire ve sağlık çalışanlarının dünyanın dört bir köşesinde COVID-19 mücadelesinin ön saflarında görev yapıyor olmasına asına rağmen; mülteciler hâlâ çoğunlukla yük olarak görülüyor, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla karşılaşıyor ve siyaset ve basında kötülenip canavarlaştırılıyor.
Uluslar, insanların yerinden edilme meselesini, değiştirme gücüne sahip olduğumuz, geçici, insan ürünü bir olay olarak değerlendirmeyi toplu olarak bırakmış gibi görünüyor. Ama kişisel deneyimlerime göre mültecilerin çoğu evine dönmek istiyor ve kendi ülkelerinde istikrar sağlanabildiği durumda dönmeye hazır. Suriye’den Myanmar’a, dünyanın en çok mülteci üreten 5 ülkesinden 1’indeki çatışmaların çözülmesi toplam yerinden edilmiş insan sayısını milyonlarca azaltacaktır.
Düşman olarak gördüklerimizin insan hakları ihlallerini eleştirmekte hızlı davranırken, müttefiklerimiz insanları yerinden eden ve acılara neden olan çatışmalar içinde olduğunda sessiz kalıyoruz. İnsani yardımdan sığınma politikalarımıza, yardım edeceğimiz ülkeleri veya insanları seçip sınıflandırmaya başladığımız zaman biz kendimiz ayrımcı oluyoruz: farklı insanlara, ırklara, dinlere ve etnik kökenlere farklı seviyelerde önem vermek hepimizin eşit doğduğu yolundaki temel ilkeyi ihlal ediyor.
Biz Amerikalılar, okul yıllarımızda, tarihi bizimkinden çok daha eskiye uzanan ülkelerin kültür ve katkılarına saygı ve hayranlık duymamızı ya da kendi tarihimizi ve ülkemizin üzerine inşa edildiği yasaları derinden anlamamızı sağlayacak bir eğitim almıyoruz. Yirmili yaşlarımın başlarında BMMYK ile çalışmaya başlamak istememin sebeplerinden biri de buydu.
Çalışmalarım, insan hakları ve eşitlik için verilen mücadelenin evrensel olduğunu gösterdi. Nerede olursak olalım ve şartlarımız ne kadar farklı olursa olsun, bu mücadele hep aynı.
Hak ve özgürlüklerine sahip olanlar ve olmayanlar arasında dünyamızı bölen bir sınır çizgisi var. Kimin yanında durmayı seçtiğimiz ve ne kadar değişim ve mücadeleye hazır olduğumuz kendi sınırlarımıza çarpmamalı.
*Bu yazı ilk olarak 18 Haziran 2020 tarihinde TIME dergisinde yayınlanmıştır. En üstteki fotoğrafta, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Özel Elçisi Angelina Jolie, Ürdün Mafrak’daki Zaatari mülteci kampına Ocak 2018'de yaptığı ziyarette, Suriyeli bir çocukla, Raad Adayleh/AP.
Yazıyı okuduğunuz ve buraya kadar geldiğiniz için teşekkürler. Şimdi hazır buradayken hayata destek olabilirsiniz.