2010 yılında (henüz Suriye’de savaş yokken) Hayata Destek‘te gönüllü olarak çalışmıştım. O dönemde daha çok tsunamizedelere yardım götüren küçük bir ekipleri vardı. Ben ise, kurumun sonradan uzmanlaştığı konuya, iltica ve mülteciler alanına ilgi duyduğum için bir süre sonra, Türkiye’deki sayıları o dönemde de azımsanmayacak derecede yüksek olan Iraklı, İranlı, Afgan, Kongolu, vb. mültecilere hukuki destek sağlayan bir sivil toplum kuruluşuna geçip tam zamanlı çalışmaya başladım. Şimdi aradan tam 10 sene geçti. Bu 10 senede iki şey “patladı”: 1- Türkiye’deki göçmenlerin* sayısı; 2- Benim mutfak becerim ve bilgim. Ve çok ilginçtir ki, benim hayatımda bu ikisinin yükselişi paralel ve bağlantılı bir şekilde gerçekleşti. Öyle ki, işim sayesinde hem Orta Doğu’daki pek çok ülkeyi ziyaret edip mutfağını tatma fırsatı buldum, hem de Türkiye’ye göç veren ülkelerden gelen pek çok insanla beraber çalışma şansım oldu. Ülkelerinin mutfağına ilgi duyduğumu fark eden iş arkadaşlarım bana kendi ülkelerinin lezzetlerini tanıttılar, anlattılar, bazen pişirdiler, bazen beni kendi ülkelerinden göçmenlerin İstanbul’da açıp işlettiği lokantalara götürdüler, o da olmuyorsa annelerinden tarif alıp bana yolladılar. Kısacası, benim gittiğim ülkelerde çok beğendiğim bir yemek olursa tarifini almak için restoranın şefiyle görüşmek için verdiğim uğraş bile, bu arkadaşlarımın bana kendi mutfaklarından bir lezzeti tattırmak için gösterdikleri çabanın yanında sönük kalır.
Ama neden giriyorlardı bu kadar zahmete? Bence cevap çok açık: çünkü yemek, gelenektir; kültürdür, gurur ve aidiyet kaynağıdır. Canını kurtarmak için veya daha iyi bir hayat uğruna — her durumda, insan göç ederken mutfak kültürünü de yanında götürür. Kimini tek bir parça eşya bile alamadan kaçarak terk etmek zorunda kaldığı topraklara ve çocukluğuna, gençliğine bağlayan tek şey, zihninde ve kalbinde taşıdığı kültürel miras ve anılardır. Kimi 2. veya 3. nesil göçmen için ise mutfak kültürü, aile yadigarı olarak görüp size gururla gösterdiği bir hazinedir.
Göçmenler gittikleri ülkeye bu değerli armağanı sunarken, bir yandan da oranın yemek kültüründen etkilenir ve onu (iletişimleri hâlâ sürüyorsa) kaynak ülkelerine taşırlar. Böylece dilleri, dinleri, siyasi teamülleri ve içerikleri aslında çok farklı olan iki mutfak, iki kültür, iki gelenek, iki anlayış, iki alışkanlık birbirinden görüp öğrenerek gelişir. Aslında dünyada hiçbir ülkenin mutfağı, bulunduğu topraklardan yüzyıllar içinde geçen göçmenlerin taşıdığı yemeklerden ve mutfak alışkanlıklarından bağımsız düşünülemez. Mutfak kültürü yaşayan, sürekli değişen ve gelişen bir ‘canlı’dır. Sabit kalmaz, sürekli değişir; evrilir; koşullara uyum sağlar; ve özellikle göç sayesinde zenginleşir.
Yemek, insanın paylaşma ve diyalog ihtiyacını ifade eden belki de en basit ve etkin araç. Yemeği paylaşmak, bir arada yaşamayı ve iletişimi destekler. Bir ‘yabancı’nın ne yediğini merak etmek ve öğrenmek, onu tanımaya başlamak için en kolay ve etkili adım olabilir. Yemeğini ve mutfak kültürünü birbiriyle paylaşabilmek, başka bir çok şeyi de paylaşabilmek için umut vadeder. Dolayısıyla anlayış, tahammül, hoşgörü ve kaynaşma için yemek, en kıymetli vasıtalardan biridir.
İşte bugün Türkiye’de yaşayan göçmenler arasından özellikle son 10-15 yılda gelenlerin (Suriyeli, Iraklı, İranlı, Yemenli, Faslı, Tunuslu, Libyalı, Afgan, vs.) mutfaklarını öğrenmek, bu tür bir yakınlaşmayı yüreklendirir diye umuyorum. Ve bu fikirden yola çıkarak, sizi Türkiye’deki göçmenlerin bu topraklara taşıdığı lezzetlerle tanıştırmak ve bu yakınlaşmaya katkıda bulunmak istiyorum. Öğrendiğim ve denediğim enfes reçetelerden bu temaya en uygun olanları, her hafta sonu Hayata Destek Derneği’nin sosyal medya hesapları üzerinden #GastroGöç #GastroGoc #GöçOlduMutfakCoştu #GocOlduMutfakCostu etiketleriyle yayımlayacağım.
Buzları biraz olsun kırmak temennisiyle, afiyet olsun! Girit dolması için kabak oyarken, babagannuş için patlıcan ezerken, falafel için nohut öğütürken buluşmak üzere!
*Bu yazıda farklı hukuki statülere sahip tüm göçmenler, muhacirler, mübadiller, sığınmacılar, mülteciler, vatansızlar, geçici koruma kapsamındakiler, vb. ‘göçmen’ olarak anılacaktır zira bu yazı söz konusu grupların hukuki statülerinden ziyade, yer değiştirmeleri sonucunda Türkiye‘nin yemek kültürüne yaptıkları katkıya odaklanmaktadır.
HÜNK (@hunkar.liked.it)
HÜNK bir sivil toplum çalışanı ve mutfak sevdalısıdır.
Yazıyı okuduğunuz ve buraya kadar geldiğiniz için teşekkürler. Şimdi hazır buradayken hayata destek olabilirsiniz.